Horasan sultanı ve kahramanlarından Amr bin Leys öldükten sonra onu sâlih bir zât rü'yâda gördü. Amr bin Leys o salih zâta Allah'ın (c.c) affını nasıl kazandığını, işlediği salih ameli anlattı...

İmâm Kuşeyrî anlatır:

Horasan sultanı ve kahramanlarından Amr bin Leys öldükten sonra onu sâlih bir zât rü'yâda gördü ve aralarında şu mükâleme geçti:

"-Allâh sana ne muâmelede bulundu?"

"-Allâh beni afvetti."

"-Allâh seni ne sebeple afvetti? Hayâtında nasıl bir amel işledin ki afva mazhar oldun?"

Bunun üzerine Amr bin Leys şöyle cevap verdi:

"-Günlerden birgün yüksek bir tepeye çıkmıştım. Oradan askerlerime baktım. Onların çokluğu ve ihtişamını seyredince: "Keşke Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem- zamanında vâkî olan gazvelere ordumla beraber iştirâk edip de O'nun uğrunda fedâ-yı cân eyleyen bahtiyarlardan olabilseydim..."  diye hislendim. İşte bu niyet ve iştiyakımdaki ihlâs sebebiyle yüce Allâh, bana rahmetiyle muâmele ederek günâhlarımı bağışladı ve beni sonsuz nîmetleriyle mükâfatlandırdı."

MÜ'MİNİN NİYETİ (MAKSAT VE İHLÂSI) AMELİNDEN HAYIRLIDIR

Bu hâdise, ihlâs ve samimiyetin, mü'min için ne kadar mühim olduğunu gösteren güzel bir misâldir. Buna göre kul, yapamadığı bir amel'den bile ihlâs ve samîmiyetinin bereketi neticesinde nice lutuflara mazhar olmaktadır. Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem- buyurur:

"Mü'minin niyeti (maksat ve ihlâsı) amelinden hayırlıdır."

Çünkü bunlar, kalbin amelidir. İslâm nazarında da amellerin değeri, onların ortaya çıkmasına sebep olan niyet ve ihlâs ile ölçülür. Yâni bir fiilin ortaya çıkmasında onu yapan kişinin maksadı ne ise, hüküm ona göredir. Nitekim hadîs-i şerîfte bu gerçeği te'yîden:

"Ameller, niyetlere göredir." buyurulmuştur.

Bu itibarla başta ibâdetler olmak üzere bütün hayırlı amellerin, Allâh rızâsı kasdolunarak yapılması asıldır. Bu da, ihlâs ile mümkündür. İhlâs, amelleri sırf rızâ-yı ilâhîyi kasdederek îfâ etmek ve onlar üzerine nefsânî gâyelerin gölgesini düşürmemektir. Beden için rûh ne ise, amel için ihlâs da o mesâbededir. İhlâssız amel, özden mahrûm kuru bir yorgunluktan ibarettir. Bütün amelleri ulvî bir gâyeye bağlayarak ibâdet vasıf ve derecesine yükseltmek kabildir.

Gerçekten Cenâb-ı Allâh'ın diğer mahlûkâtı ile birçok beşerî ve nefsânî fiillerde müşterek kıldığı insanoğlu, bütün fiillerindeki dünyevî, bedenî ve nefsânî tatminkârlığı gâye hâline getirmek gibi bir süfliyetten kurtularak onları ilâhî rızâ maksadının emrine sokabilmek iktidarı ile yaratılışındaki mükemmelliği tezâhür ettirebilir. Bu keyfiyet, Cenâb-ı Hakk'ın rızâsını, hayâtın umûmî ve nihâî bir gâyesi haline getirmek demektir ki, bütün fiilleri bu gâyeye hizmetleri vasfıyla rûhânîleştirir ve ibâdet seviyesine yükseltir. Uyku, yemek, içmek, evlâd ve mal-mülk edinmek gibi sayısız beşerî davranış, hep rızâ-yı ilâhîyi kazanmaya medar olacak bir mecrâ içinde cereyan ettirilebildiği takdirde hakîkaten ibâdet ve hayırlar kategorisine dâhil edilmiş olur.

ALLÂH KATINDA AMELLERİN MAKBÛLİYYETİNİN ASIL ŞARTI

Bu husûsda insanın üstün yaratılışına yakışan bir dirâyetle Cenâb-ı Hakk'ın rızâsından gayri bütün emelleri gönülden söküp atmak, müslümanın me'mûr bulunduğu büyük bir kahramanlıktır. Dolayısıyla Allâh katında amellerin makbûliyyetinin asıl şartı, ihlâstır.

İhlâs, Cenâb-ı Allâh'a yakınlaşabilme gâyesiyle her türlü dünyâ menfaatlerinden kalbi koruyabilmektir.

İhlâsın meyvesi ise, ihsândır. Bu da, kulun, sanki Allâh'ı görüyormuş gibi ibâdet ve davranışlarda bulunması ve kendisini her ân ilâhî müşâhede altında hissedebilmesidir.

İhlâs, kulları en büyük hayır olan ilâhî rızâya nâil eyler.

Allâh'ın mahlûkların amellerinden murâdı ancak kendi rızâsına müteveccih olan ihlâsdır. Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

"(Ey Rasûlüm!) Şüphesiz ki Kitâb'ı sana hak olarak indirdik. O halde sen de dîni Allâh'a has kılarak ihlâs ile kulluk et!.." (ez-Zümer, 2)

"De ki: Ben, dîni Allâh'a has kılarak ihlâslı bir şekilde O'na kulluk etmekle emrolundum." (ez-Zümer, 11)

Huzûr-i ilâhîden kovulan iblîs:

"Dedi ki: Ey Rabbim! Andolsun ki, beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günâhları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım."

"Ancak onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların müstesnâ!.." (el-Hicr, 39-40)

Âyette ifâdesini bulduğu gibi şeytan, ancak ve ancak ihlâsta zaaf gösterenlere musallat olabilmektedir. İhlâslı kullara ise, hiçbir te'sîri mümkün değildir. Nitekim Cenâb-ı Hakk, şeytanın sözlerine karşılık şöyle buyurmuştur:

"İşte bana varan dosdoğru yol, bu (ihlâslı kullardan olmak yolu) dur."

"Şüphesiz ki benim kullarım üzerinde senin hiçbir hâkimiyet (ve nüfûzun) yoktur!. Ancak azgınlardan sana uyanlar hâriç!" (el-Hicr, 41-42)

"Elbette benim (ihlâslı) kullarım üzerinde senin hiçbir te'sîrin olmayacaktır. (Zîrâ onları) koruyucu olarak Rabbin yeter." (el-İsrâ, 65)

Hadîs-i kudsîde buyurulur:

"İhlâs, benim sırlarımdan (öyle) bir sırdır (ki), onu kullarımdan (ancak) sevdiğim kimsenin kalbine emanet ederim. Onu (ecir defterine) yazmak için bir melek ve ifsâd etmek için de bir şeytan ona (ihlâsa) muttalî olamaz."

İhlâs, bütün ameller için zarûrî olan öyle yüce bir nîmettir ki, ona sahip olmadan kurtuluşun mümkün olmadığını ifâde için hadîs-i şerîfde şöyle buyurulur:

"İnsanlar helâk olur, âlimler kurtulur. Âlimler de helâk olur, amel sahibi âlimler kurtulur. Amel sahibi âlimler de helâk olur, ancak ihlâs sahibi olanlar kurtulur. Ancak bu ihlâs sahipleri de (her an bu dünyâda) büyük bir tehlike ile karşı karşıyadır."