?>

Kur’an ve Sünnet Bütünlüğü: İslam Düşüncesinde Kaynak Birliği Üzerine Bir Değerlendirme

Rıdvan BAYAR

3 hafta önce

İslam düşüncesinin en temel meselelerinden biri, dinî bilginin kaynağı ve bu kaynağın nasıl anlaşılması gerektiği meselesidir. Tarih boyunca âlimler, İslam’ın iki asli kaynağı olan Kur’an ve Sünnet arasındaki ilişkiyi doğru biçimde anlamanın, sağlıklı bir dinî düşünce ve pratiğin vazgeçilmez şartı olduğunu vurgulamışlardır. Zira İslam, yalnızca bir inanç sistemi değil, aynı zamanda bir hayat nizamıdır; bu nizamın teorik çerçevesini Kur’an belirlerken, pratik boyutunu Sünnet şekillendirmektedir.
Kur’an, ilahî kelam olarak, Müslümanların inanç, ibadet, ahlak ve toplumsal ilişkilerine dair temel ilkeleri vazeder. Ancak bu ilkelerin hayatın somut alanlarına nasıl tatbik edileceği, büyük ölçüde Hz. Peygamber’in (s.a.v.) örnekliği üzerinden somutluk kazanır. Sünnet, bu anlamda Kur’an’ın yaşanmış ve açıklanmış hâlidir. Başka bir ifadeyle, Peygamber Efendimiz, Kur’an’ın hayata yansımış bir tefsiridir. Bu nedenle Kur’an’ı anlamak, onu en iyi yaşayanın örnekliğinden bağımsız düşünülemez.
Kur’an ve Sünnet arasındaki bu bütünlük ve fiilî bağ,  İslam epistemolojisinin (islamın felsefesi) de özünü teşkil eder. Kur’an, Sünnet’in gerekliliğini birçok ayette açıkça ortaya koymuştur. “Peygambere itaat edin” emri, aslında Kur’an’a itaatin tamamlayıcısıdır; çünkü vahiy sadece sözle değil, fiille de tecelli etmiştir. Dolayısıyla, Sünnet’i Kur’an’dan bağımsız bir alan olarak görmek, vahyin iki yönünü birbirinden koparmak anlamına gelir. Bu da, İslam’ın kendi bütünlük mantığına aykırı bir yaklaşım olur.
Modern dönemde ortaya çıkan bazı eğilimler, “yalnızca Kur’an’a dönüş” söylemiyle Sünnet’i ikinci plana itme eğilimi göstermektedir. Ancak bu yaklaşım, dinin pratik boyutunu zayıflatarak, tarihî ve ilmî temellerden kopuk bir din anlayışına kapı aralar. Bu söylem, ilk bakışta sade bir din anlayışı gibi görünse de, aslında dini kendi ekseninden kaydıran bir yaklaşımdır. Çünkü Peygamber’siz bir Kur’an anlayışı, Kur’an’ın indiriliş gayesine ters düşer. Kur’an, bizzat Peygamber’in örnekliğinde anlaşılmak üzere indirilmiştir. Zira Kur’an, çoğu zaman genel hükümler vazeder; bu hükümler, Sünnet olmaksızın tam bir anlam kazanmaz. Örneğin, namaz, zekât, hac gibi ibadetlerin mahiyet ve uygulanış biçimi, ancak Peygamber’in uygulamalarıyla belirginleşmiştir.
Bu nedenle, İslam ilim geleneği Kur’an ve Sünnet’i birbirini açıklayan, destekleyen ve tamamlayan iki kaynak olarak kabul etmiştir. Fıkıh, kelam, tasavvuf ve hadis ilimleri, bu birliktelik üzerine inşa edilmiştir. Her biri, Kur’an ve Sünnet’in birbirinden bağımsız değil, birbirine yön veren bir bütünlük içinde anlaşılması gerektiğini göstermiştir.
Bugün Müslümanlar olarak yapmamız gereken, bu iki kaynağı birbirine rakip değil, birbirini tamamlayan unsurlar olarak görmek olmalı. Kur’an bize hedefi gösterir, sünnet ise o hedefe hangi yoldan gidileceğini öğretir. Bu dengeyi koruduğumuzda din, hem sağlam bir inanç hem de yaşanabilir bir hayat rehberi hâline gelir.
Diyarbakır’ın kadim medrese geleneğinden süzülüp gelen ilim ehli de bu hakikati her zaman vurgulamıştır: “Kur’an’sız sünnet, yönsüz hareket; sünnetsiz Kur’an, uygulamasız söz olur.” Gerçek bütünlük, bu iki kaynağı birlikte anlayıp yaşamaktan geçer.
Sonuç olarak, Kur’an ve Sünnet, İslam düşüncesinde iki ayrı otorite değil, tek bir vahyin iki tezahürüdür. Kur’an, vahyin kelam boyutunu; Sünnet ise o vahyin pratik ve ahlaki boyutunu temsil eder. Bu iki kaynağın birlikte ele alınması, hem dinin sahih bir biçimde anlaşılmasını hem de Müslüman kimliğinin tarih boyunca taşıdığı istikrarın korunmasını sağlar. Bu zaviyeden kaynak birliği göze çarpar. İslam’ın diriliğini ve evrensel mesajını sürdürebilmesinin yolu, bu epistemolojik bütünlüğü korumaktan geçmektedir.
YAZARIN DİĞER YAZILARI