Hak dostlarından Hasan-ı Basrî Hazretleri bir cenâzeye katılmıştı. Defin işleri bittikten sonra, orada gördüğü yaşlı bir zâta:

“Ey ihtiyar! Sana Allah için soruyorum; ne dersin, acaba vefât eden bu zât, şu anda dünyaya geri dönüp sâlih amellerini artırmayı ve geçmiş günahlarına istiğfâr etmeyi düşünüyor mudur?” diye sordu.

O zât da hiç tereddüt etmeden:

“Evet, tabiî ki düşünüyordur.” dedi.

Bunun üzerine Hasan-ı Basrî Hazretleri:

“O hâlde bize ne oluyor ki bu vefât eden kişi gibi düşünmüyoruz?” dedi ve yürüdü. Giderken şöyle diyordu:

“Ölüm, ne müthiş bir nasihat! Kalplerde hayat olsa, ne kadar beliğ ve tesirli bir vaaz! Lâkin hitap ettiği kimselerde hayat yok!” bnü’l-Cevzî, Âdâbu’l-Haseni’l-Basrî, thk. Süleyman el-Harş, Dâru’n-Nevâdir, 1428, s. 29.)

            Şunu aslâ unutmamak îcâb eder ki, ecel, sadece ihtiyarların çağrıldığı bir randevu değildir. Her insan, ölebilecek yaştadır. Her doğan canlı, bir ebediyet yolcusudur. Nitekim bir kabristana gittiğimizde, bizden çok daha küçük yaşlarda vefat etmiş nicelerinin mezarlarıyla karşılaşabiliriz. Demek ki ölümün de âhirete hazırlığın da yaşı yoktur. Bundan dolayı; namazı, orucu, haccı, tevbeyi, sâlih amelleri, hayır-hasenâtı, velhâsıl takvâ üzere bir kulluğu, gelip gelmeyeceği meçhul yarınlara bırakmak, büyük bir hüsran sebebidir.

Cenâb-ı Hak, bu hüsrâna düşmeyelim diye, biz kullarını şöyle îkaz buyuruyor:

“Asra (zamana) yemin ederim ki, insan gerçekten hüsrandadır (ziyan içindedir). Bundan ancak îman edip sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnâdır.” (el-Asr, 1-3)

            Zamana yemin ile başlayan bu sûrede; îman, sâlih amel, hakkı ve sabrı yaşayıp tavsiye etmekle değerlendirilmeyen zamanların, ziyan edilmiş olduğu ve ağır bir pişmanlığa sebebiyet vereceği, açıkça bildirilmektedir. Bununla birlikte, zamanı hakkıyla değerlendiren kullardan istisnâ kaydıyla bahsedilmesi de, insanların pek azının bu hususta gafletten sakınabildiğine işaret etmektedir. Dolayısıyla ömür sermayemiz eriyip giderken, kulluk vazifelerimizi yarınlara erteleme gafletinden titizlikle sakınalım. Zira öyle bir gün gelecek ki, o günün yarını olmayacak! O gün, hepimiz için meçhul bir gün! Cenâb-ı Hak, o güne her an hazırlıklı olalım diye, son nefesin vaktini meçhul kılmış ve;

وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتّٰى يَاْتِيَكَ الْيَق۪ينُ

“Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et.” (el-Hicr, 99) buyurmuştur.

Rasûlullah Efendimizde (s.a.v), biz ümmetini îkaz sadedinde:

“Ölüp de pişmanlık duymayacak hiçbir kimse yoktur.” buyurmuştu.

“O pişmanlık nedir yâ Rasûlâllah?” diye sorulduğunda;

“(Ölen), muhsin (ihsan sahibi, hayır ehli, sâlih) bir kişi ise, bu hâlini daha fazla artıramamış olduğuna; şayet kötü bir kişi ise, kötülükten vazgeçerek hâlini ıslah etmediğine pişman olacaktır.”cevâbını verdiler. (Tirmizî, Zühd, 59/2403)]

            Ömrün en kıymetli zamanı, geçmişle gelecek arasındaki şimdiki zamandır. Zira mâzîye âit dosyalar kapandı, istikbâlinse gelip gelmeyeceği, gelirse de ne gibi sürprizler getireceği meçhul…

Peygamber Efendimiz (s.a.v), biz ümmetini bu hususta uyanık olmaya davet ederek şöyle buyuruyor:

“Beş şey gelmeden önce, beş şeyi ganimet bil:

‒İhtiyarlığından önce gençliğini,

‒Hastalanmadan önce sıhhatini,

‒Fakirliğinden önce zenginliğini,

‒Meşgul zamanlarından önce boş vakitlerini ve

‒Ölümünden önce hayatını!” (Hâkim, IV, 341/7846)

            Dolayısıyla bu cihandaki varlık gâyemiz olan Hakkʼa kulluğu îfâ etmek için gün bugündür, âhiret hazırlığı için fırsat bu fırsattır. Zira hiçbirimizin yarına çıkmaya bir teminâtımız bulunmuyor. Yarın sağ mıyız, değil miyiz, meçhul! Nitekim dün hayatta olan niceleri, bugün berzah âlemindeler.

Abdullah bin Ömer (r.a) şöyle anlatıyor:

“Peygamber Efendimiz (s.a.v) beni tuttu ve:

“Dünyada tıpkı bir garip, hattâ bir yolcu gibi davran! Kendini ölülerden ve kabir ehlinden say.” buyurdu.” (Buhârî, Rikāk, 3; Tirmizî, Zühd, 25)

            Tâbiîn neslinin büyük âlimlerinden Mücâhid bin Cebr (r.a)  diyor ki:

Abdullah bin Ömer (r.a.) bu hadîs-i şerîfi naklettikten sonra bana şu nasihatte bulundu:

“Ey Mücâhid! Sabaha çıkınca nefsine akşamdan söz etme! Akşam olunca da nefsine sabahtan bahsetme!

Hastalıktan önce sıhhatinden, ölmeden evvel de hayatından istifâde et! Çünkü ey Allâh’ın kulu, sen yarın ne hâlde olacağını (ölü mü, diri mi olacağını) bilmiyorsun.” (Tirmizî, Zühd, 25)

            Bu bakımdan; yanlışlarımıza tevbe etmek, haksızlık ettiğimiz kimselerle helâlleşmek, hatâlarımızın telâfîsine yönelmek ve sâlih ameller işlemek için, gün bugündür. Nitekim; Yarın yaparım diyenler helâk oldu.”denilmiştir. Yarını olmayan bir günün her an gelebileceğini, hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmayalım.

            Fakat şu hakîkati aslâ hatırımızdan çıkarmamalıyız ki, her ölüm, kişinin husûsî kıyâmetidir. Nasıl ki kıyâmetle dünya son bulacaksa, ölümle de bizim dünya hayatımız nihâyete erecek, artık ona dair herhangi bir tasarrufta bulunma imkânımız kalmayacak. Hepimizin dünden bugüne, bugünden yarınlara dair pek çok hesabımız var. Fakat ecel gelip çattığında bütün bu hesaplar bir anda sıfırlanıyor. Zira hepimiz, Cenâb-ı Hakkʼın “ol” emriyle var olan, “öl” emriyle de aslına rücû edecek olan âciz birer kuluz. Allah Teâlâ’nın bize takdir ettiği ömür mühleti dolunca, dünya ile olan bütün irtibâtımız kopacak. Artık bu cihandaki mânevî kimliğimize göre şekillenecek olan bambaşka bir âlemin seyyâhı olacağız.

Oraya îman ve sâlih amellerle gidebilen Hak âşıklarının bu yolculuğu, dünyevî bakımdan ne kadar çetin şartlar altında vukû bulmuş olursa olsun, esâsen rûhun huzur dolu bir hicreti demektir.

            Dolayısıyla meçhul bir zamanda karşılaşacağımız ölümü güzelleştirebilmek ve onu bir “şeb-i arûs”, yani Hakkʼa vuslat huzuruyla karşılayabilmek istiyorsak, ebedî hayata her an hazırlıklı olmaya gayret etmeliyiz. Bunun için Hakkʼa kulluk vazifelerimizi lâyıkıyla îfâ etmeli, bugünün işini yarına bırakma gafletinden titizlikle sakınmalıyız.

            Ömür takvimimizden her gün bir yaprak daha kopuyor. Hayat ırmağımız hiç durmadan akıp gidiyor. Bir imtihan âlemi olan bu dünyaya bir defalığına geldik. Hayat nîmetinin ne tekrarı var, ne de telâfîsi. Bir kez elden kaçtı mı, bir daha aslâ geri gelmiyor. İnsan bütün servetini verse, Cenâb-ı Hakk’ın takdir ettiği ecel vaktini bir saniye bile erteleyemiyor. Bu itibarla en büyük israf, zamanın israfıdır. Dolayısıyla vakitlerimizin kıymetini bilelim, âhiret hazırlığı için geç kalmayalım, elimizi çabuk tutalım. Aksi hâlde son nefesteki pişmanlık fayda vermeyecektir!.. Nasıl ki namazın fazîleti ilk vaktinde kılınmasında ise, diğer sâlih amellerin ve hayır-hasenâtın şeref ve kıymeti de, geciktirilmeden, bir an önce ve ilk fırsatta edâ edilmesindedir.

            Nitekim Yüce Rabbimiz, ibadet ve hayırlı işlerin birini bitirip hemen diğerine koşalım ve herhangi bir zamanı ibadetten, hayır-hasenattan uzak olarak geçirmeyelim diye;

فَاِذَا فَرَغْتَ فَانْصَبْ . وَاِلٰى رَبِّكَ فَارْغَبْ

“Bir (hayırlı) işi bitirince, hemen başka bir (hayırlı) işe giriş! Hep Rabbine yönel!” (el-İnşirâh, 7-8) buyuruyor.

Peygamber Efendimizde (s.a.v.), ashâbını hayırda yarışmaya teşvik eder, böylece vakitlerini en güzel şekilde değerlendirmelerini isterdi. Onlara;

“(Ashâbım!) Bugün Allah için bir yetim başı okşadınız mı? Bir hasta ziyaretine gittiniz mi? Bir cenâze teşyîinde bulundunuz mu?” diye sorardı. (Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 12)

“Mü’min, sonunda varacağı yer Cennet oluncaya kadar, işittiği hiçbir hayra doymaz.” buyururdu. (Tirmizî, İlim, 19/2686)

            Bu nebevî ahlâk ile yetişen ashâb-ı kirâm da son nefese kadar sürekli artan bir kulluk gayretiyle yaşamışlar, insanlık tarihinin bir benzerini görmediği müstesnâ bir fazîletler medeniyeti inşâ etmişlerdir.

            Hazret-i Ebû Bekir (r.a) şu sözleri, ashâb-ı kirâmın gönüllerindeki gayret-i dîniyye heyecanını ne güzel ifade etmektedir:

“Bir hayrı kaçırırsan onu yakalamaya çalış, elde edince de onu geçmeye bak, daha güzelini yapmaya gayret et!”

            Muaz bin Cebel‘ın (r.a.) oğluna yaptığı şu nasihat de çok mânidardır:

“Oğlum! Müʼmin olan bir kimsenin iki hayırlı iş arasında ölmesi lâzımdır. Yani müʼmin, bir hayırlı işi yaptığı zaman, ikinci hayırlı işi yapmak niyetinde ve kararında olmalı, araya kötü bir amel karıştırmamalıdır.”

            Gâfil insana hiç bitmeyecekmiş gibi uzun gelen dünya hayatı, hakîkatte kısacık bir mühletten ibârettir. Nitekim Cenâb-ı Hak, bu gerçeği şöyle haber veriyor:

“Kıyâmet gününü gördüklerinde (dünyada) sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar.” (en-Nâziât, 46)

            İşte fânî dünya hayatı, ebedî âhiret hayatı karşısında bir sabun köpüğünden farksızdır. Bu kısacık ömürde de ölümün kapımızı ne zaman çalacağını bilmiyoruz. Ömür, sanki metrajı belli olmayan bir makara gibi; ne zaman biteceği meçhul… Bu sebeple bizler için en selâmetli yol, âhirete her zaman hazır olmaya gayret etmektir. Velhâsıl Hazret-i Ali’ın ifadesiyle: “Bugün amel işleme günüdür, hesap yoktur. Yarın ise hesap vardır, amel işleme imkânı yoktur.”

                                                                                                          Mehmet Remzi BAYDAR

                                                                                                   Kayapınar Müftülüğü Uzman Vaizi