Her sabah çalan alarm sesiyle birlikte başlıyor yarış. Gözlerimizi tam açamadan telefona sarılıyoruz. Bildirimler, mesajlar, haberler… Henüz günün ilk ışığını görmeden, dijital dünyanın karmaşasıyla zihnimiz dolup taşıyor. Sonra koşuşturma başlıyor: İş, trafik, sorumluluklar, yapılacaklar listesi. Her gün bir öncekinden daha hızlı, daha yoğun, daha telaşlı.
Fakat bu hızın sonunda ne var? Daha çok başarı mı? Belki. Ama ne pahasına?
Modern hayat, bizi “meşgul olmayı” verimli olmakla karıştırmaya itti. Sürekli koşturmanın, bir yere yetişmenin, hep daha fazlasını başarmanın peşindeyiz. Oysa bir ağacın gölgesinde soluklanmayı, bir çocuğun gülüşüne dalıp gitmeyi, sessizce bir fincan çayın buharını izlemeyi ne zaman unuttuk?
Yavaşlamak, geri kalmak değildir. Aksine, hayatı daha derinden yaşamaktır. Düşünmeye, hissetmeye, gerçekten görmeye zaman tanımaktır. Her şeyin hızla tüketildiği bir çağda; ilişkilerin, dostlukların, değerlerin bu kadar kırılganlaşmasının nedeni de belki budur: Durup bakmamamız, dinlemememiz, hissetmememiz.
Zamanın ruhu, bizden sürekli daha fazlasını isterken; ruhumuz aslında daha azıyla, daha sade bir hayatla huzur bulmak istiyor. Bazen yapılacaklar listesini yırtmak, “bugün hiçbir şey yapmayacağım” diyebilmek en büyük cesarettir.
Yavaşla. Hayat seni bekliyor. Belki bir sokak köşesinde çalan eski bir müzikte, belki yüzünü okşayan sabah rüzgârında, belki de çoktandır unuttuğun bir dostun sesinde…