“Ben hangisine sevineceğimi bilemiyorum. Hayber’in fethine mi, yoksa Câfer’in gelişine mi?…”[1]
Peygamber Efendimize ahlakça ve vücutça en çok benzeyen sahabi, Hz. Ali’nin kardeşi Hz. Câfer idi (r.a.). Onun, Peygamberimizin yanında apayrı bir yeri vardı. Hz. Câfer için “fakirlerin babası” derdi. Câfer (r.a.) bütün fakirleri korumakla beraber, bilhassa mescitte devamlı ilim ve iman hizmetiyle meşgul olan Ashâb-ı Suffe’yi himaye eder, ihtiyaçlarını karşılardı. Ashâb-ı Suffe’nin ileri gelenlerinden olan Ebû Hüreyre’nin (r.a.) onun hakkındaki şu sözleri bunu çok güzel ifade eder:
“Biz, Câfer bin Ebû Tâlib’e ‘fakirlerin babası’ diye hitap ederdik. Kendisine gittiğimiz zaman hazırda ne varsa ikram ederdi. Birçokları bana ‘Çok fazla hadis rivayet ediyorsun.’ diyorlar. Ben, karın tokluğuyla iktifa ederek daima Resûlullah ile beraber bulunuyordum. Ne yemeğin lezzetlisini ne de elbisenin yenisini arardım. Kimsenin bana hizmet etmesini de istemezdim. Bazen açlığı bastırmak için karnıma taş bağladığım olurdu! Fakirlere en çok yardım eden zat olan Câfer bin Ebû Tâlib bizi alır, evine götürür, ne varsa yedirirdi.”[2]
Hz. Câfer beliğ bir hatip, fakirleri koruyan bir hayırsever olduğu gibi, Allah yolunun kahraman bir mücahidiydi de… Onun Bizanslılarla yapılan Mute Harbi’nde gösterdiği kahramanlık tarihe altın bir sayfa olarak kaydoldu. Zeyd bin Hârise’nin (r.a.) şehit olmasından sonra, Resûlullah’ın talimatı üzerine sancağı o aldı. Fakat nefsi ona dünyayı sevdirmeye ve ölümü çirkin göstermeye çalışıyordu. Hz. Câfer nefsin bu sesine karşı, “Sen bana dünyayı sevdirmek istiyorsun. Hâlbuki bu an, müminlerin kalplerindeki imanı pekiştirmek zamanıdır.” diyerek susturuyordu.