?>

Ebû Eyyûb el-Ensârî (r.a.) -3

6 yıl önce

Ebû Eyyûb el-Ensârî, takvada da çok ileriydi. Hemen hemen birçok sahabi, kendi­sinden ilim ve hikmet dersleri almıştı. Kur’ân ve hadisin doğru anlaşılması için kendisine müracaatta bulunuyorlardı. Her gittiği yerde, “Mihmandâr-ı Nebevî” olarak büyük alaka ve hürmet görmüştü.
Hz. Ali’nin (r.a.) hilafeti zamanıydı… Basra Valisi İbni Abbas’ın yanına gitmişti. İbni Abbas kendisini görünce ona pek çok hürmet etmiş ve konağını ailesine tahsis etmiştir.
Hz. Muâviye zamanında Mısır’ı da ziyaret eden Ebû Eyyûb, burada da büyük hürmet ve alaka ile karşılanmıştı. Mısır valisi, Ukbe bin Âmir idi. Vali ile arala­rında şöyle bir hadise geçti:
Vali bir gün akşam namazına gecikti. Cemaat bir hayli bekledi. Nihayet cemaate gelip imam oldu, namazı geç de olsa kıldırdı. Cemaat arasında Ebû Eyyûb da vardı. Namazdan sonra Ebû Eyyûb, valiye şöyle dedi:
“Ey Ukbe! Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) akşam namazını geciktirenler hakkında şu sözünü duymadın mı?: ‘Ümmetim akşam namazını yıldızların gökyüzünü kaplamasına kadar tehir etmedikçe, hayır üzeredir yahut fıtrat üzeredir.’”
Ukbe, “Evet.” diye cevap verince, “O hâlde akşam namazını niçin bu kadar ge­cik­tir­diniz?” diye sordu. Ukbe meşguliyeti sebebiyle bu gecikmenin vaki oldu­ğunu ifade edince, Ebû Eyyûb, “Yemin ederim ki, senin bu yaptığını görerek halkın, ‘Re­sû­lul­lah da böyle yapardı.’ zehabına düşmesinden endişe ederim!” de­di ve valiyi ikaz ve irşat etti.[6]
Onun Mısır seyahatinin asıl sebebi, bir hadis-i şerifi validen tahkik etmekti. O hadisi Resûl-i Ekrem’den (a.s.m.) bizzat duyanlardan, Hz. Ukbe’den başkası ha­yatta kalmamıştı. Ebû Eyyûb durumu Ukbe’ye bildirip kendisini dinlemek iste­diğini söyledi. Ukbe mezkûr hadisi şu şekilde anlattı:
“Resûl-i Ekrem (a.s.m.) buyurdu ki: ‘Her kim bu dünyada bir müminin kusu­runu örterse, Cenâb-ı Hak da kıyamet gününde onun kusurunu örter.’”[7]
Ebû Eyyûb böylece, bir hadisi tahkik etmenin gönül huzuruyla Medine’ye döndü. Bu sahabi için, Allah yolunda cihat maksadıyla cepheye gitmek ne ise, bir hadis için de uzun yolları katetmek aynı derecede mukaddes bir vazifey­di.
Hz. Ebû Eyyûb, Dört Halife devrini idrak etti. Hattâ Hz. Muâviye’nin İstanbul’un fethi için teşkil ettiği orduya da yetişti. Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) İstanbul fethi için verdiği müjdeyi kalbinin derinliğinde bir sır gibi saklıyordu. Yaşı ilerlemesine rağmen, bu müjdeye nail olma şerefi ve heyecanı ile dolu idi.
Hicret’in 52. senesiydi… Mısır’da katıldığı bu orduyla İstanbul önlerine kadar gelen Hz. Ebû Eyyûb, çarpışmalar sırasında hastalandı ve yatağa düştü. Hasta yatağından harbin seyrini takip ediyor ve bir an önce iyileşip savaşmayı arzuluyordu. Ordu kuman­danı Yezîd bin Muâviye, kendisini bizzat ziyaret edip iyi olması temennisinde bulundu. Yezîd’in ziyaretinden memnun olan Ebû Eyyûb, ecelinin yaklaştığını hissederek şu vasiyette bulundu:
“Şayet burada vefat edersem, cenazemi hemen defnetmeyin. Ordunun gide­bileceği yerin en ileri noktasına kadar götürün ve beni oraya defnedin.”
Mihmândâr-ı Nebevî, demek ki, manevi olarak defnedileceği yeri görmüş ve Müslümanların hayali olan İstanbul fethine bir adım daha yaklaşmak istemişti. Gerçekten, bir müddet sonra sayılı ömür dakikalarını tüketen Hz. Ebû Eyyûb, ruhunu Rahmân’a teslim eyledi.
Vasiyeti üzerine askerler, naaşını elleri üzerinde ordunun vardığı en uç noktaya taşıdılar. Tekbir ve dualarla defnettiler.[8]

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI