Uhud Savaşı için yapılan istişare toplantısında karar verilmek üzereydi… Mâlik bin Sinan, cihat aşkını Bedir’de tatmıştı. Âdeta yerinde duramaz hâldeydi, Allah’ın nurunu söndürmek isteyenlerin tekrar karşısına çıkmak arzusundaydı. Fikrini şöyle açıkladı:
“Biz iki hayırlı işin arasındayız. Ya Allah bizi mutlaka muzaffer kılar, onlardan ise ancak kaçmaya muvaffak olanlar kurtulur veya Allah bize şehitliği nasip eder… Yâ Resûlallah, Allah’a yemin ederim ki, benim için iki ihtimal de aynıdır. Hangisi tahakkuk ederse etsin mutlaka hayır ondadır.”
Henüz 11 yaşındaki küçük oğulları Ebû Sâid el-Hudrî’nin minik kalbindeki iman o kadar coşmuştu ki, Peygamberimizle birlikte bulunmak, onun nurlu sohbetini dinleyerek cennetten anlar yaşamak için gayret ediyordu. Ayrıca kendi gücüne kuvvetine bakmadan, Peygamberimizin işaret ettiği her hizmete koşmak için can atıyordu. Mescid-i Nebevî inşa edilirken mukaddes mabedin taşlarını o da omuzluyordu. Bedir Savaşı’na katılmayı o kadar arzu etmesine rağmen, yaşının küçüklüğünden dolayı kabul edilmemişti.
13 yaşındaki Ebû Sâid’in içine ateş düşmüştü. Epeyce savaş eğitimi yapmıştı. Kendi boyu kadar da olsa kılıç taşıyıp, müşriklerin karşısına dikilebileceğinden emindi. Kendisine güveniyordu. Bedir’de kabul edilmemişti. Ama bu sefer ısrarlıydı. Resûlullah’ın huzuruna geldi, yalvardı yakardı. Cihat ordusunun en küçük ferdi olmayı rica etti. Kahraman ruhuna Medine’de kalmayı yediremiyordu. Bu samimi ısrarı ve arzusunu Peygamberimiz kırmadı. Orduya kabul etti. Baba-oğul yan yana İslam ordusunda yer alacaktı.
Ordu Medine’den ayrıldı. Uhud Dağı eteğine kondu. Bir anda nurlu Peygamber, fedaileri ile şaşkın müşrik güruhu yüz yüze geldi. Fazla bir zaman geçmeden müşrikler büyük bir hezimete uğradı. Fakat Müslüman okçular kendilerine verilen talimata uymadıklarından düşman ordusu yeniden toparlandı. Bir anda iş ciddileşti. Hedef Allah’ın Resûl’üydü. Bütün müşrik silahşörleri, Peygamberimizin bulunduğu çadıra doğru ilerliyordu. Bu arada Müslümanların bir kısmı da paniğe kapılmış, mevzilerini terk etmişlerdi. Fakat bir grup gözü pek fedai, Peygamberimizin etrafında halkalanmış, vücutlarını o mübarek vücudun önünde kale yapmışlardı.
Bu arada bir müşrik darbesiyle Peygamberimizin mübarek yüzü kanamıştı. Mâlik bin Sinan da orada hazırdı. Peygamberimizin yüzünü yaralı vaziyette görünce, muazzez kanının yere düşmemesi için hemen yanına yaklaştı. Yüzündeki kanı yalayarak sildi. Zaten kendisi de yaralıydı, ancak son gücüne kadar dayanmalıydı. Çünkü bir anlık ihmal Resûlullah’ın hayatına mal olabilirdi. Fakat vücudu kan revan içindeydi. “Gurab bin Süfyân” adlı müşrikin kılıç darbesi, Hz. Mâlik’in cennete uçmasına kâfi gelmişti
Şehitler defnediliyordu. Sıra Hz. Mâlik’e gelmişti. Peygamberimiz de orada hazırdı. Kabre konmadan önce sahabilerine yöneldi, şöyle hitap etti:
“Kanım kanına karışan kişiye cehennem ateşi erişemez.”
Evet, Hz. Mâlik hem şehitlik mertebesine ulaşmış, hem de bu vesileyle cehennem ateşinden korunmuştu.[2]